Doğrudur. Tatildeydim.
 
Mağaza ve restoran zincirlerinden uzakta, ancak ortalama ve özelliksiz ürünlerini altın sıçıyorlarmış gibi bir edayla son derece fahişe (yani fiyata) satan ada esnafı ve sakinleri sağ olsunlar, kapitalist dünya düzenin böğründe, kamp hayatı yaşıyordum. Sorarım size, 10 liraya mücver mi olur? Olur mu olur, ancak olmasaydı daha iyiydi. Neyse. Kamp hayatı dediğim de gerçek kamp, tekerlekli evler, taşınabilir klozetler, kuyudan su çekmeler, organik tarım yapan yerel yan komşular, na bu kadar (sol eliyle sağ kolunu dirsekten keser gibi yaparak son derece belirsiz ve kifayetsiz bir ölçü birimi sunmaya çalışır) örümcekler falan vardı yakın çevrede. Tipik şehirli küstahlığıyla, bir bok biliyormuş gibi, doğal atıkların yeniden doğaya 45 derece açıyla fırlatmak suretiyle bırakılması ve her boyutta kâğıdın geri dönüşüm kutularına atılmasına adayıvermiştim aniden kendimi, benim bile haberim olmadan. İki torba kâğıt ve kartonu köydeki geri dönüşüm kutusuna atmayı unutup, normal çöpe bırakmaya kıyamayıp, İstanbul’a kadar getirmek nedir? Nereme sokayım ben şimdi onları?! Neyse.
Tabii çevreci damarın atmaya başlamasıyla başka şeyler de ayaklanıveriyor. Aklımın bir köşesindeki “Bu hafta hangi markayı boykot ediyoruz?” sorusu, karavanın baktığı yöndeki sazların ardında, suratımı aralıksız tokatlayan ve mahalle arasında dedikodusunu yapmışım gibi saçımı başımı yolan rüzgârın o buğulu sesinin arkasında, ayaklarımın “Ben vazgeçtim, belden aşağıdan ibaret olmama rağmen belden aşağımı hissetmiyorum” diye düşünerek beni içerisinde tek başına bırakıp gittiği soğuk denizin altında kaybolur gibiydi. Ayaklarım bile umursamıyordu beni, duba gibi kalmıştım su yüzeyinde, bir başıma, yaşananlardan habersiz. Daha sonra onlarla ciddi bir konuşma yaptık. Acısıyla tatlısıyla, kavgasıyla dövüşüyle geçti bu tatil.
 
Şimdi İstanbul’dayım. Evde ne yumurta, ne süt, ne ekmek var… Sokağa yollandım. Görev belli, listedeki tükenen kaynaklar için arayışa geçmeliydim. Sokağın köşesinde bir adet BİM var, tabii ki gitmiyoruz oraya. Biraz daha ötede ŞOK, cık o da el değiştirmişti bir ara. İSMAR var, yok, oluru olsa da olmaz zaten, çok uzak. MİGROS, o hayli hayli uzak. Bu civarlarda MİGROS’a gitmek, metrobüse binip Asya’ya geçmekten farksızdır. Metrobüs ve MİGROS baş başadır, koyun koyunadır, uzaktır. Yukarıda DİA vardı, DİA olur mu?
DİA olur diye biliyorum. O da pek yakın sayılmaz, ama Söğütlüçeşme’ye kadar gitmekten iyidir (Sanki zorla götürüyorlar Asya’ya).
 
DİA olur.
 
Türkiye’nin en angut DİA’ları Bahçelievler ve çevresinde konuşlanmıştır, bu böyle biline. Ne bir güler yüzlü hizmet, ne bir güler yüz, ne de hizmet barındırır. Müşterilerin görevi bellidir; sensörlü kapıya bir omuz atıp içeri girin, kolileri parçalayıp aradıklarınızı bulun, bulamasanız da elinize ne geçerse alın ve kasaya yönelin, seçici olmayın. Savaşa ve kaçmaya hazır, tekmeledim sensörlü kapıyı. Önceki anlatımlarda biraz abartmış olabilirim, ben ayağımı kaldırdığımda sensör bana “Merhaba, ne güzel bir gün değil mi?” dedi ve kapıyı açtı. “Otostopçunun Galaksi Rehberi mi lan bu?!” diye haykırdım kapıya ve hafifçe tekmeledim. O ayak kalkmıştı bir kere, o tekme atılacaktı. Kapı da, bir dahaki sefere alıntı yaparken daha dikkatli olacaktı bu uyarı sayesinde, emindim bundan. Neyse.
Koliler karşıladı beni. Üzerinde marka ve ürün isimleri yazan, dışarıdan bakınca “Bunun içinde makarnadan başka bir şey olamaz” diyeceğiniz türde kolilerden çikolatalar falan çıkıyordu bildiğiniz, inanılır gibi değildi! Brownieli makarna yapılmamıştı henüz, ancak o gün de gelecekti.
 
Ne diyordum? Heh, markalar! İstanbul’dan uzak durduğum o koca iki hafta bana  Facebook’taki boykot edilecek markalar konulu gönderilerden edindiğim bütün birikimi unutturmuş, o da yetmezmiş gibi boykotun modasının geçip geçmediğini sorgulatmıştı. Zaten aramız biraz limoniydi şehirle, ne bir laf, ne bir hareket, ne de alışkın olduğum şekilde hakaret ediyordu. Oturduğu yerde esniyor, sıcak sıcak geriniyordu. Boşanmak için harika bir mevsimdi.
Birbirini tekrar eden raflar arasında, birbirini tekrar eden kolilere, birbirini tekrar eden adımlarla yürüyerek, boş boş baktım. Bu ve benzeri durumlarda aklımı kurcalamaktan pek keyif alan “Bu yumurta kırık mı? Bu ketçapın tarihi mi geçmiş? Bu konserve yamuk mu? Bu patates Işın Karaca’ya mı benziyor?” gibi sorular Bozcaada’da, bahçedeki kulübede kalmış, yerlerine “Hangi marka hangi kuruluşa, hangi kuruluş kime, hangi kim hangi kime aitti?!” soruları oturmuş, kahve içiyor, ZAMAN gazetesi okuyordu. Hiç sevmedim o düşünceleri, ısınamadım. Panik atak mı geçiriyordum acaba o sırada?
 
Ne yumurta, ne süt, ne de ekmek alabildim. Pardon, ekmeği aldım, ama yolda yedim. Eve yetişmedi.
 
Eve geldiğimde annemi gördüm. Bir yandan “Nerede kaldın? Ben çıkmak zorunda kaldım alışverişe sen dönmeyince, bir işi de becersen şaşarım zaten!” diyor, diğer yandan da masaya koyduğu BİM poşetlerinden süt, yumurta, hatta nugget çıkarıyordu. Ne de olsa BİM köşedeydi. BİM her köşedeydi! BİM’den kaçamazdınız! Yukarıdaki antipatik derecede sempatik ve yaratıcılıktan yoksun DİA kapısına kadar yürümeye ne gerek vardı ki? Manyak mıydı o?
 
İşte, benim direnişim böyle sürüklendi çıkmaza...
Tatildeydim
Published:

Owner

Tatildeydim

Tatildeydim.

Published: